Bu Sitede Ara

TÜRKİYE’DE YABANCI DİL EĞİTİMİ ve YABANCI DİLDE EĞİTİM

Prof. Dr. Yunus Çengel

İnternette google veya başka bir arama motoruyla bir konu hakkında araştırma yapan çok kişi önce konuyla ilgili devasa bir bilgi hazinesine ulaşmanın sevincini, ardından da hazineyi açamamanın ve okuma yazma bilmiyen bir çocuk gibi resimlere bakmakla yetinmek zorunda kalmanın burukluğunu yaşar.
“Bu internette de herşey İngilizce” diye önce internet ağına, sonra da “ben niye zamanında İngilizce öğrenmedim” diye kendilerine kızarlar. İşin acı tarafı, bunu diyenlerin büyük bir kısmının ilk ve orta öğretim yıllarında yüzlerce saat yabancı dil dersi almış ve bu dersleri başarı ile geçmiş kişiler olmasıdır. Ama uyandırıcı soğuk duş etkisi yapan bu ‘reality hit’ gösteriyor ki yabancı dil derslerinde yeni bir dil değil sadece ders geçme öğrenilmiş. Zaten öğrencilik yıllarında OKS ve ÖSS’de yüksek puan almaya odaklandıkları için yabancı dil derslerini bir angarya olarak görmüşler ve hatta çok defa hocalarının izniyle yabancı dil derslerini çok daha önemli bir uğraşı olan ama şimdi gerçek hayatta hiç bir faydasını görmedikleri test sorusu çözerek değerlendirmişlerdi. Kimisi lisede bir sene İngilizce hazırlık da okumuştu. Ama hazırlık yılında öğrendikleri gramer bilgileri ve ezberledikleri kelimeler de lise eğitimleri sırasında ÖSS kargaşasıyla buharlaşıp gitmişti. Zaten aslında İngilizceyi pek de iyi öğrenmemişlerdi ve mezuniyetten sonra ciddi İngilizce eğitim veren bir üniversiteye girenlerin çoğu yine hazırlık okumuştu. Yabancı dil derslerinde bu kadar zaman harcadıktan sonra şimdi özel bir dil kursuna gitmek zorunda kalmak ve herşeye sıfırdan başlamak insanın ağırına gidiyor, ama geçmişin hatalarını telafi etmenin başka bir yolu da pek görülmüyor. Çünkü Google amca neredeyse hiç Türkçe bilmiyor.
İçinde bulunduğumuz çağa haklı olarak bilgi çağı denmektedir ve bilgi akışının otobanı veya ana arterinin de İngilizce olduğu bir realitedir. Bilimin dili her çağda bilginin üretildiği dil olmuştur. Bu, Endülüs zamanında Arapça idi ve bilgiye ulaşmak istiyen Avrupa’lılar Arapça öğrenmek ve tahsil görmek için Kurtuba’ya gitmek durumundaydı. Ama endüstri devriminden itibaren yeni bilgi üretiminin merkezi İngiltere ve ardından ABD oldu ve bunun doğal sonucu olarak bilgiye zamanında ulaşmak ve yeni gelişmeleri takip etmenin ön şartı İngilizce öğrenmek oldu. Durum böyle olunca Amerikalılar için yabancı bir dil öğrenmek ihtiyaç değil bir lükstür. Ama bizler için İngilizce öğrenmek bugün eskiye göre daha büyük bir zorunluluk halini almıştır. Yeni bilginin hızla üretildiği ve bilgi birikiminin bazı sahalarda bir kaç yıl gibi kısa bir sürede kendini katladığı bir çağda bu bilgi birikimine ulaşamamak, karanlıkta kalmaya eşdeğer hale gelmiştir.
Dünyanın hızla küçülüp adeta tek bir kasaba halini aldığı ve dünya ekonomisinin her gün artan bir oranda bütünleştiği bir ortamda dünyanın ortak iletişim dilini bilmemek, ciddi bir hendikap oluşturmaktadır. Teknolojinin hızla geliştiği ve hayatın her sahasına nüfuz ettiği çağımızda “Çok iyi derecede İngilizce bilmeyen bir mühendis, mühendis değildir” sözü ve “Ingilizce bilen” şartıyla başlıyan eleman arama ilanları, ne kadar ağırımıza giderse gitsin, yüzleşmemiz gereken bir hayat gerçeğini yansıtmaktadır. Ve teknolojik gelişmelere büyük etapta kendimiz imza atmadığımız ve bu gelişmeler kendi dilimizde yayınlanmadığı sürece de bu böyle olacaktır. “Biz İngilizce öğreneceğimize onlar Türkçe öğrensin” hamasî itirazına yabancıların vereceği cevap açıkça “bir gün menfaatimiz Türkçe öğrenmeyi gerektirecek olursa, hiç şüpheniz olmasın, Türkçe’yi koşa koşa gelir memnuniyetle öğreniriz” olacaktır. Ama günümüzde hızla globelleşen bu ortamda İngilizce’ye sırtını dönmek, çoğu sektör için bilgi tabanlı ekonomiye geçen dünyadan kopmak ve yok oluş sürecine ilk adımı atmak demektir. Tabi bunda da aşırıya kaçmamak gerekir. Devletteki bazı pozisyonlar için
belli seviyede yabancı dil bilme şartı aranması anlaşılabilir bir durumdur. Ama yabancı dil bilmeyi hiç gerektirmeyen pozisyonlarda çalışan memurlara da yabancı dil testlerinde belli bir seviyeyi aştığı için maaşlarına zam yapmanın akılla bağdaşan bir tarafı yoktur.
Dünya gerçeklerine bakıldığında Türkiye’de okullarda yabancı dil – bilhassa İngilizce – ögretilmesinin önemi konusunda pek bir şüpheye yer yoktur. Ancak yabancı dil eğitimi, sınav geçme hedefli şekilcilikten yabancı dilde eğitime kadar uzanan geniş bir yelpazede seyretmektedir. Üzerinde durulması gereken konu, “ilaç ile zehir arasındaki fark, dozajıdır” sözünde ifadesini bulan bu geniş yelpazede doğru konumun bulunmasıdır. ‘Yabancı dil eğitimi’ ile ‘yabancı dilde eğitim’ tabirleri şeklen birbirine çok yakın ama aslen biribirinden oldukça uzaktır ve bu iki konunun ayrı ayrı ele alınması gerekir.
1. Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi
Türkiye’de yabancı dil eğitiminin verimsizliği akademik çalışmalara konu olmaya değer bir vakadır. Dünyada her halde yabancı dil öğrenimine bizim kadar fazla zaman ve kaynak ayırarak yabancı dili bizim kadar az öğrenen başka bir ülke yoktur. Bunun da sebebi herşeyde olduğu gibi rğitimde şekilcilik, ruhsuzluk, misyonsuzluk ve vurdumduymazlıktır. Kısacası, eğitimdeki “ezberci” yaklaşımdır. Bu sistemden geçenlerin gayet iyi hatırlıyacağı gibi, yabancı dil derslerinde daha ilk günden gramer öğretilmeye çalışılır – daha ne olduğu bilinmeyen bir dilin grameri. Ve sistem gramer eksenli müfredat ve sınavlarla devam eder. Böylelikle yabancı dil eğitimi, anlama ve ifade etme becerisi kazanma yerine gramer kurallarını doğru kullanabilme oyununa dönüşür. Sonunda herkes aktif bir cümlenin nasıl pasif yapılacağını ve indirek bir ifadenin nasıl direk hale çevrileceğini öğrenir ve zaman ekleri konusunda uzmanlık kazanır. Ama yabancı dili öğrenemez. Çünkü yabancı dil matematik gibi öğrenilmez, öğretilmez. Sonunda amaç yabancı bir dil öğrenmekten çıkar ve sınavlara odaklanarak yabancı dil dersinden geçmeye döner. Yabancı dil derslerinini başarı ile tamamlıyanlar öğrendikleri dilin gramer inceliklerini ve bir çok kelimenin Türkçe karşılığını bilir, ama bir kaç cümlelik bir paragraf yazamaz. İşe yaramıyan ve hayata geçirilemiyen bu bilgiler de kısa zamanda uçup gider. Bir yere koca bir bina yapacak kadar tuğla, çimento, kum vs yığmak bir bina yapmaya eşdeğer değildir. Bina yapımında kullanılmayan atıl haldeki bu malzemeler kısa zamanda yok olur gider.
Milli eğitimdeki aksaklıklar tabi ki sadece yabancı dil eğitimi ile sınırlı değildir. Yeni neslin eğitimi ve dolayısıyle ülkenin geleceği kendisine emanet edilmiş olan milli eğitim kurumları şekilcilik alışkanlıklarını üzerlerinden atamamakta ve kendilerine emanet edilen genç beyinler eğitilmek ve aydınlatılmak yerine adeta köhnemiş ezberlerle köreltilmektedir. O kadar ki işe yarar bir eğitim almak isteyenler çözümü bu eğitim sisteminin dışına çıkmakta görmektedirler. Örneğin, ÖSS’nin içeriği tamamen lise müfredatına bağlı olduğu halde üniversiteye gerçekten girmek istiyenler liselerden kurtarabildikleri zamanlarında üniversiteye hazırlık kurslarına koşmaktadırlar. Ciddi olarak yabancı dil öğrenmek istiyenler de yine akşamlarını ve hafta sonlarını büyük masraflarla özel yabancı dil kurslarında harcamaktadırlar. Eğer liselerin başarısı ÖSS başarısına endekslenmişse ve üniversiteye hazırlanmanın yolu özel dersanelerden, yabancı dil öğrenmenin yolu da özel dil kurslarından geçiyorsa, o zaman sormak lazım: Liselere ne gerek var? Oldu olacak bu özelleştirme furyasında liseleri de özelleştiriverelim gitsin. Milli Eğitim Bakanlığı’nın devasa bütçesinin bir kısmı ile de bu özel dersane ve kursları fonluyalım. Böylece kurs için ödenen paralar da ailelerin ceplerinde kalsın ve öğrenci velilerinin hayat standardı yükselsin. 2
Uçuk gibi gelen bu fikri aslında devlet sağlık sektöründe gayet başarılı bir şekilde uyguladı ve yeni hastaneler açmak yerine mevcut özel sağlık kuruluşlarını sisteme kazandırdı. Böylelikle sadece zenginlerin değil dar gelirli vatandaşın da cüzi bir ücret karşılığı yüksek kaliteli sağlık hizmeti almasını sağladı. Neticede iyi sağlık hizmeti vermede serbest rekabet oluştu ve kısalan kuyruklar devlete ait hastanelerde de kaliteyi yükseltti. Aynı şey eğitimde niye olmasın?
Ezber bozucu bir soruyla zihinleri biraz daha zorluyalım: Öğrencileri ÖSS’ye hazırlarken liselerdeki yabancı dil dahil tüm derslerin muhtevasını Milli Eğitim Bakanlığı’nın belirlediği standartlar seviyesinde verebilen ve mezunlarının başarısı sınavlarla tespit edilebilen bir özel dersane niye lise diploması veremesin? Böylece üniversiteye girmeye odaklanan lise öğrencileri sadece dersaneye giderler ve liselerle dersaneler arasında mekik dokumaktan kurtulurlar. Hafta sonlarını da aileleri ile beraber geçirerek “normal” bir hayat yaşamanın tadına varırlar. Yarış atı gibi koşup durmak yerine öğrendiklerini sorgulamak ve hazmetmek fırsatını bulurlar. Dersanelere kayma sonucu öğrenci sayıları düşen liselerde de kalabalık sınıf problemi sona erer ve eğitime kalite gelir. Devletin sıkı kontrolü dışında kalan herşeye şüphe ve korkuyla bakmaya ve onları tehdit olarak algılamaya şartlanmış olanlar ve zihinlerindeki parangaları emniyet kemeri zannedenler hemen “olur mu öyle şey” diye yerlerinden fırlıyacaktır. Istibdatla cumhuriyeti hala birbiriyle karıştıranlara şunu söylemek lazım ki ABD buna benzer bir sistemi “charter school” adıyla 1970’li yıllardan beri başarı ile uygulamaktadır. Orada özel dersaneler olmadığı için devlet charter school kurmak istiyen özel kişi ve kuruluşlardan teklifler almakta ve uygun gördüklerini onaylayıp onlara öğrenci başına 5 bin dolar cıvarında (devlet okulundaki bir öğrencinin yıllık maliyeti) destek vermektedir. Özel sektör mentalitesinde yerleşik kurallardan ve devlet kontrolünden büyük ölçüde bağımsız olarak faaliyet gösteren bu okullarda yeni fikirlerin hayata geçirilmesi, yeni çözümler üretilmesi ve bu tecrübelerden dersler çıkarılması esastır. Sayıları binleri bulan charter school’lardan bir kısmını açanlar da Türklerdir. Biz kendi vatandaşımıza dahi güvenmezken ABD’nin okullarını gönül rahatlığıyla yabancılara teslim ediyor olması, düşünenler için bir ibret levhası oluşturmaktadır.
Rasyonalizm ve demokratlık ile ilgili bu anekdottan sonra yabancı dil eğitimi konusuna sorgulayıcı bir uslüple devam edelim. Milli Eğitim’in mevcut uygulamasında dil eğitimi 4. sınıfta başlamaktadır. Bu yaklaşım yabancı dili “ana dil gibi gramersiz ve doğal yolla öğrenmek” hedefiyle hiç de uyumlu değildir. Çünkü dil öğrenme kabiliyeti yaş ile ters orantılıdır ve aklın gereği yabancı dil eğitimine 4. sınıfta başlamak değil 4. sınıfta büyük etapta bitirmektir. Yine “olmaz öyle şey” itirazlarıyla yerlerinden fırlayanlara benim amiyane cevabım “pekala olur, hem de tereyağında kıl çeker gibi kolayca olur”. Üstelik yabancı dil öğretmenine ihtiyaç da olmadan ve de aksan derdini de hallederek. Nasıl mı olur? Çok basit: Minik öğrencilere anaokulundan itibaren her gün yarım saat (ki haftada iki buçuk saat eder) çocukların ilgisini çekecek ve yaş seviyelerine uygun İngilizce (veya hangi dil öğretilecekse) çizgi veya normal filim kasetleri seyrettirerek. Örneğin 1. sınıftaki öğrenciler için hedef 500 kelime ile konuşulan bir dil olur, 4. sınıf öğrenciler için de bir kaç bin kelime ile konuşulan bir dil. Bu eğitim bol resimli çocuk kitaplarıyla takviye edilir – ki bunlar mevcut Türkçe çocuk kitaplarının tercümesi de olabilir – ve öğrenciler Türkçe ile beraber yabancı bir dili öğrenir. İsteyen öğrencilere filmin kopyaları verilip (veya internetten indirmeleri sağlanıp) öğrencilerin kendi evlerindeki TV veya bilgisayardan tekrar seyretleri sağlanabilir. Filimler ilk yıllarda alt yazısız, sonra Türkçe alt yazılı ve daha sonraki yıllarda da İngilizce alt yazılı olur. Böylelikle düzgün telaffuz ve cümle yapıları ile birlikte doğru yazım ve imla kuralları da öğrencilerin zihinlerine kalıcı olarak kazınır. Daha sonraki yıllarda ise öğrencilerin zihinsel muhakeme kabiliyetleri yeterince gelişince gramer bilgileri 3
verilmeye başlanır ve öğrenciler zaten ikinci bir ana dil gibi bildikleri yabancı dilin alt yapısını ve esaslarını zevkle öğrenirler. Yabancı dil eğitimini çocukların en alıcı oldukları küçük yaşlarda öğretilmemesi büyük bir kabiliyet israfı, bu eğitimi sonraki yıllarda verilmesi ise bir zaman ve kaynak israfıdır.
Bu “doğal” yabancı dil öğretimi yöntemi için gereken teknolojik yatırımın (her sınıfa DVD oynatıcılı TV sistemi kurulması) maliyeti sadece bir kaç yüz liradır ve öğrenci velileri çocuklarının yabancı dil öğrenmesini sağlıyacak böyle bir yatırımın maliyetini seve seve karşılarlar. Kaldı ki bu alt yatırım tarih, coğrafya, fen vs gibi derslerin de görsel etkilerle zenginleştirilmesinin önünü açar ve eğitime yeni bir boyut kazandırır. Zaten bir çok sınıfta bu teknik alt yapı mevcuttur.
Konuyla ilgili bir kaç örnek vermek gerekirse, ABD’de doğan kendi çocuklarım evde Türkçe konuşmamıza rağmen önce İngilizce öğrendi. Bunun sebebi televizyonda seyrettikleri çocuk programları idi. Bir yıllığına ABD’de üniversitemize gelen bir Türk ailesinin hiç İngilizce bilmiyen 9 yaşındaki kızı 6 ay sonra gayet güzel İngilizce konuşmaya başladı. ABD’de beraber doktora yaptığım İsveç’li bir arkadaşa İsveç’te İngilizce’yi nasıl öğrendikleri soruma verdiği cevap “çocukluk ve öğrencilik yıllarında televizyonda seyrettikleri İngilizce programlar ve okullarda haftada bir kaç saat verilen normal İngilizce dersleri” oldu. Ve İsveç’te vasat bir lise mezununun iyi derecede İngilizce bildiğini ve hiç bir hazırlık sınıfına gerek olmadan üniversitede de rahatça İngilizce ders kitapları kullandıklarını ifade etti.
Peki, Türkiye’de de ilk ve orta öğretimde yabancı dil eğitiminin ciddiye alınması için ne yapmak lazımdır? Cevap aslında gayet basittir: Türkçe, matematik ve fizk derslerinin ciddiye alınmasını ne sağlıyorsa, aynen onu yapmalıdır. Yani, yabancı dil Orta Öğretim Kurumları Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavları OKS (yeni adıyla Seviye Belirleme Sınavı, SBS) ve YGS ve LYS gibi Üniversiteye giriş sınavlarının temel konularından biri olmalıdır. Yıllardır devekuşu gibi kafamızı kuma sokarak görmek istemediğimiz realite ile artık yüzleşme cesaretini göstermeliyiz. Türkiye’de ilk ve orta öğretimin ruhunu ve misyonunu kaybettiğini görmeli ve ilk ve orta öğretim kurumlarının hazırlık kursuna döndüğünü açıkça itiraf etmeliyiz. OKS yada SBS’de yabancı dilden de soru sorulmasının öngörülmesi gayet olumlu bir gelişmedir ve benzer bir uygulama Üniversite giriş sınavları için de yapılmalıdır. Liselerin başarısının bu merkezi sınavlarda başarı ile özdeşleştiği bir ortamda liselerde kapsam dışında bırakılan konuların ciddiye alınmasını beklemek hiç de gerçekçi değildir.
2. Yabancı Dilde Eğitim
Türkiye’de yabancı dil öğrenmenin gerekliliği konusunda bir fikir ayrılığı söz konusu değildir. Hatta “bir dil bir insan, iki dil iki insan’ türü abartılı sözlerle yabancı dil öğrenimi adeta kutsallaştırılmıştır. Ama yabancı dilde eğitim her zaman ateşli tartışmalara konu olmuştur. Hatta yasaklanması için kanun çıkarılması bile gündeme gelmiştir. Bu hürriyetler çağında devlet eliyle empoze edilen yasaklarla bir yere varmak mümkün değildir. İnsanlık izzetine uygun çağdaş anlayışta, yasakları bireyler kendi hür iradeleriyle kendilerine koyarlar – devlet eliyle başkalarına değil. Zaten bu hürriyetçi anlayış tam geliştiği zaman devleti ele geçirme (ve dolayısı ile yasakları belirleyen otorite olma) kavgaları da büyük ölçüde sona erecek ve devlet vatandaşlara temel hizmetleri veren ve toplum adına güven ve adaleti tesis edip her türlü baskı ve haksızlığa set çeken bir mekanizmaya dönüşecektir. Yani tek tipçilik yerine çoğulculuk esas olacaktır. Bu açıdan bakılınca, bireylerin serbest iradeleriyle tercih ettikleri ve hatta en başarılı öğrencilerin ilk tercihleri arasında yer verdikleri yabancı dilde eğitim veren okulların kapatılmasını teklif etmek tam bir çağ dışılık ve kişisel hak ve hürriyetlere ve dolayısıyla insanlığa saygısızlıktır. Bunları çağdaş anlayışa uygun olarak yasaklamanın yolu, orta çağ kalıntısı yöntemlere yönelmek değil, hürriyetçi anlayışa uygun olarak güzel alternatifler sunmak ve tercihlerin bu alternatiflere 4
yönelmesini sağlamaktır. Sonunda tercih edilmeyen yerler müşterisini kaybeden iş yerleri gibi sessiz sedasız kendi kapılarına kendileri kilit vuracaklardır. Bu da hiç kavga içermeyen gayet sağlıklı ve kalıcı bir çözüm olacaktır.
Üniversite öğrencileri arasında yapılan anket çalışmaları gençlerimizin %70’den fazlasının mezun olunca yurt dışına gitmek istediklerini göstermektedir. ABD’ye göç etme şansını yakalamak için açılan kuraya Türkiye’den her yıl yüzbinlerce vatandaşımız katılmaktadır. AB’nin katılımdan sonra bile Türklerin serbest dolaşımına kısıtlama getirmeyi planlıyor olması da Türkiye’ye “insanların terketmeye hazır olduğu bir ülke” görünümü vermektedir. AB’nin araştırma kurumu Eurofound’un Kasim 2008’de AB üyesi 27 ülke ve aday ülkeler arasında yaptığı bir araştırmaya göre insanların en mutsuz olduğu ülke Türkiye’dir. Geniş halk kitlelerinin bile içinde yaşamaktan memnun olmadığı ve terketmek için fırsat kolladığı bir ülkede “Gençlerimiz neden yabancı dilde eğitim veren üniversiteleri tercih ediyor” sorusu biraz abes kalmakta ve temel problemi gözlerden saklamaktadır. Öyle görülüyor ki “Ne mutlu Türküm diyene” ezberini genç zihinlere ve hatta dağa taşa kazıyarak ne mutlu olunuyor ne de Türk. Türkiye’nin yapması gereken ilk şey, “önce insan” diyerek ülkeyi geniş halk kitlelerinin içinde yaşamaktan memnun olduğu bir ülke haline getirmektir. Bu olunca yabancı dilde eğitim dahil bir çok mesele kendiliğinden hallolacaktır. En azından kalıcı çözüm için zağlam bir zemin oluşacaktır.
Yabancı dil öğrenmek ile yabancı dilde öğrenmek birbiriyle karıştırılmamalı ve biri diğeri yerine araç yapılmamalıdır. Günümüz dünyasında yabancı dil öğrenmek bir zarurettir ve her üniversite mezununun bir yabancı dili çok iyi seviyede bilmesi istenen bir şeydir. Ancak bunun için üniversite eğitimini yabancı dilde görmek şart değildir. Liseden sonra yabancı dilde eğitim veren bir üniversiteye gitmek, bir yabancı dili çok iyi öğrenmenin ve bunu sertifikalandırmanın en garantili yolu olabilir. Ama üniversite eğitiminin gayesi bu değildir. Üniversite yılları boyunca yabancı dilin dar platformunda cılız zihinsel iletişimle yetinmek ve ana dilin sağladığı zengin ve çok yönlü tartışmalardan ve açılımlardan yoksun kalmak büyük bir kayıptır ve bu kayıp yabancı bir dile hakim olmak için ödenen çok yüksek bir fiattır. Unutulmasın ki Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerde insanların İngiliz diline hakimiyetleri gayet iyidir, ama dünya diline olan bu hakimiyet onları fakirlikten ve gerilikten kurtaramamıştır. Yabancı dil ile yapılan derslerde verimsizlik ve öğretim üyeleri ile öğrenciler arasındaki kopukluk yaygın bir problemdir ve bu da eğitimin kalitesini ve öğrencilerin özgüvenlerini olumsuz etkilemektedir.
Bir ülkede üniversite mezunlarında aranan birinci özelliğin çok iyi derecede yabancı dil bilmek olması zaten problemli bir durumdur ve bu yaklaşım üniversite mezunlarına biçilen rolün uluslararası arenada ürün ve hizmet pazarlaması veya teknoloji transferi olduğunu gösterir. Bu görünüm, bir ülke ekonomisi için memnuniyet verici bir durum değildir. Zaten iş ilanlarındaki yabancı dil bilmeye yapılan vurgu, yabancı dilde eğitim veren üniversitelerin tercihlerde ön sıralarda yer almasının başta gelen sebeplerindendir. Arzu edilen durum, mesleki bilgi ve beceri ile özgüven ve hayal gücünün ön plana çıkması ve yabancı dil hakimiyetinin tercih sebebi olmasıdır.
Nöro psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan’a göre iletişimin dil ile olan kısmı sadece %30’dur; iletişimin geri kalan %70’lik kısım vücut dili ve duygu aktarımıyla olur. Zaten o yüzden telefonla görüşmek hiç bir zaman yüz yüze görüşmenin yerini tutmaz ve aynı etkiyi doğurmaz. Kelimeler mânâların görülmesini sağlıyan elbiselerdir. Dil mânâların diğer zihinlere iletilmesi sağlıyan bir vasıtadır. Ama dilin fonksiyonu bununla sınırlı değildir. Dil aynı zamanda eğitimde büyük bir rol oynuyan kültürlerin de taşıyıcısıdır, his veya duyguların da. Bir milletin hislerinin kaynağı millî karekteri, hislerinin yansıtıcı aynası da millî dilidir. O yüzden ana dilde iletişim, çok iyi bilinse dahi yabancı dilde iletişimle mukayese kabul etmeyecek derecede derin, etkin ve nüfuz edicidir. Ana dilde iletişim hayat doludur ve akıl ile beraber 5
hisleri de doyurur. Kişi yabancı bir kültür içinde yıllarca yaşamadan ve o kültürle boyanmadan o kültürün diliyle bütünleşemez ve o dil ile çok boyutlu ve doyurucu iletişim sağlayamaz.
Bu eksiklik Türkiye’de yabancı dilde eğitim veren en iyi devlet ve vakıf üniversiteleri için de geçerlidir. Çünkü o ‘köklü’ okullarda bile hazırlık sınıfları öğrencileri ancak dersleri yabancı dilde takip edebilme seviyesine getirebilmektedir. Bir özenti sonucu gerekli alt yapıyı oluşturmadan tamamen ve kısmen yabancı dilde eğitime geçme kararı alan üniversitelerde ise durum çok daha vahimdir. Yabacı dilde eğitime geçme kararı ardından hızlı artış gösteren öğrenci sayısıyla başa çıkamayan yabancı dil hazırlık programları çareyi standartları düşürmekte bulmuş ve dil okullarında ancak ‘orta seviyeli’ bir kursa kabul edilebilecek seviyede dil bilen (daha doğrusu bilmeyen) öğrencileri yabancı dilde yapılan derslere göndermiştir. Neticede öğrencilerin büyük çoğunluğu dersi anlamamakta ve ders zamanı ‘kayıp’ hanesine yazılmaktadır. Bu kaybı telafi için dersin sonunda Türkçe bir özet vermek ve dersin uygulamalarını Türkçe yapmak yaygındır. Sonunda öğrenciler ne yabancı dili tam olarak öğrenebilmektedirler, ne de derslerin içeriğini. Ben de böyle bir dersi misafir öğretim üyesi olarak İngilizce vermeye başlamıştım, ancak sınıfın büyük çoğunluğunun yetersiz dil seviyeleri yüzünden dersten koptuğunu görünce kuralları kırarak dersi Türkçe vermeye başladım. Böylelikle öğrencilerle iyi bir iletişim sağlandı ve sınıfa bir heyecan ve canlılık geldi. Sonra zaten kendisi yeterince zor olan bu dersi üniversite İngilizce dersler listesinden çıkarıp Türkçe’ye çevdi.
Ankara TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi (ETÜ) cesurca yeni bir uygulamaya imza atarak öğrencilerine çok iyi derecede İngilizce öğrenimini Türkçe eğitimin avantajlarıyla beraber sunmaktadır. Ciddi bir hazırlık sınıfını üst sınıflarda İngilizceyi ilerletme dersleri ve sınavları takip etmekte ve derslerde genellikle İngilizce eğitim veren okullarda olduğu gibi İngilizce ders kitapları kullanılmaktadır. Ancak dersler Türkçe yapılmakta, öğrenciler ana dilde eğitim yapmanın tüm avantajlarını yaşamaktadırlar. Öğrenciler ayrıca listeden seçecekleri ikinci bir yabancı dili de iyi derecede öğrenmektedirler. TOBB-ETÜ’nün şampiyonluğunu yaptığı bu “İngilizce Öğrenim – Türkçe Eğitim” modeli Türkiye’deki iki farklı uygulamanın en iyi taraflarını birleştirmekte ve tüm devlet ve vakıf üniversitelerimiz için dikkate almaya değer bir örnek sunmaktadır.
Kuzey Kıbrıs’ta Türk öğrencilerin ÖSYM’nin puanı ile girdikleri üniversitelere 70 kadar ülkeden öğrenci gelmektedir ve bu tür uluslararası üniversitelerde uluslararası bir dilde değişik ülkelerden gelen uluslararası bir öğretim üyesi kadrosuyla öğrenim görülmesi anlayışla karşılanabilir. Veya Türkiye’de bölge ülkelerinden de öğrenci çekmek ve adeta ‘eğitim ihracatı’ yapmak için uluslararası kadrolu yabancı dilde eğitim veren bir üniversite açılması da makul görülebilir. Ancak Türkiye’de öğrencilerinin ve öğretim üyelerinin tamamının Türk olduğu bir üniversitede derslerin yabancı dilde yapılması anlaşılabilir bir durum değildir. Milli değerlere bir hakaret olan bu tür uygulamalar ancak müstemleke mentalitesindeki ülkelerde görülebilir. İngiltere’de açılan bir Türkçe dil kursunda derslerin tamamen Türkçe olması ve İngilizce konuşulmasına izin verilmemesi pekala anlaşılabilir bir durumdur; çünkü amaç bir yabancı dil öğrenmektir. Ama Londra’da İngiliz öğretim üyelerinin ders verip İngiliz öğrencilerin öğrenim gördüğü bir üniversitenin Türkçe eğitime geçme kararı vermesine herhalde kimse akıl erdiremez. Zaten ilk yılı Türkçe hazırlık olacak olan böyle bir okula da herhalde hiçbir İngiliz gitmez. Türkiye’de yabancı dilde eğitim veren üniversitelere olan rağbet ve daha iyi öğrenci çekebilmek için yabancı dilde eğitime geçiş gayretleri gerçekten sosyal bilimcilerce ciddi şekilde irdelenmesi gereken bir fenomendir. Yurt dışına çıkışı kolaylaştıran ve dışarıda üç yıl çalışınca dövizli askerlik hakkını elde ederek 6
zaten yeterince itici bir etkiye sahip olan zorunlu askerlikten de kurtulmanın yolunu açan yabancı dilde yükseköğretim, yakınıp durduğumuz beyin göçünü de adeta teşvik etmektedir.
Türkiye’de yabancı dil eğitimi ile ilgili diğer bir çarpıklık da orta ve yükseköğretimdeki ‘hazırlık sınıfı’ uygulamasıdır. Yabancı dilde ciddiyetle eğitim veren orta ve yüksek eğitim kurumlarındaki yüksek kaliteli hazırlık sınıflarına diyecek bir sözüm yoktur. Bu okullarda ciddiyetle ve çok defa yabancı hocalarla yabancı dilde verilen eğitim etkin iletişim için böyle bir hazırlık sınıfını gerekli kılmaktadır. Ama bunun dışında, hangi mantığa hizmet ettiği belli olmayan ve öğrenci ve öğretmen zamanlarıyla birlikte ülke kaynaklarının da israfını netice veren hazırlık sınıfı uygulamalarını sorgulamadan geçmek mümkün değildir. Merak ediyorum, acaba orta öğretimde bir senesini hazırlık okuyarak geçiren yüzbinlerce kişinin yüzde kaçı bugün ‘yabancı dil bilen biri’ olarak piyasaya çıkabilir? Son zamanda doğru bir kararla zorunlu olmaktan çıkarılan ama bazı liselerde hala okutulan hazırlık sınıfları binlerce yabancı dil öğretmenine isihdam veya ek ders ücreti sağlama ve öğrencilerin bir yıllarını heba etme dışında acaba ne işe yaramaktadır? Eğer bir işe yarıyorsa, bu öğrenciler lise yılları boyunca niye hala yabancı dil dersleri almaktadır? Bir lise mezununun hedeflenen seviyede yabancı dil becerisi kazanması için dört yıl boyunca verilen haftalık dersler yeterli değil midir? Liseyi hazırlık sınıfı okuyarak bitiren öğrenciler yabancı dilde eğitim veren bir üniversitede hazırlık sınıfından muaf olup direk akademik derslere başlıyabilmekte midir? Yoksa bu öğrencilerin büyük çoğunluğu bir yıl daha hazırlık mı okumak zorunda kalmaktadır? Elimde istatistik bilgi yok ama eğer yakın çevrem bir ölçü ise Anadolu lisesi mezunu öğrenciler çok azı dışında yabancı dilde eğitim veren üniversitelere de hazırlık sınıfıyla başlamaktadırlar. Türkiye’de boşa harcanana bunca zaman ve kaynağın hesabını sorulmaması üzücüdür. Yabancı dilde eğitimi ve dolayısıyla dil hazırlığını ciddi olarak veren üniversitelerin hazırlık sınıfını iki yılda geçemeyip her yıl üniversite ile ilişiği kesilen öğrencilerin durumu da düşündürücüdür.
Türkçe eğitim verdiği halde İngilizce hazrlık sınıfını zorunlu tutan üniversitelerimizin durumu da ayrı bir konudur. Standartları oldukça düşük olan bu hazırlık sınıfları öğrencilerin bir yıllarını daha israf etmekte, öğrencilerin akademik ortama girmelerini bir yıl geciktirmektedir. Hazırlık sınıfını bitiren öğrencilerin İngilizce bildiği kabul edilmekte, ama uygulama aksi bir manzara arzetmektedir. Örneğin böyle bir okulda verdiğim Türkçe dersin kitabının İngilizce olması hazırlık sınıfını geçmiş olan öğrencilerim arasında yaygın bir ‘kitabı anlayamama’ şikayetine sebep olmuştu. Her şeyde olduğu gibi, yabancı bir dili öğrenme gerekliliğinin şuuruna varan ve öğrenme hedefli ögrenciler hazırlık sınıfı olsun veya olmasın bu hedeflerine başarıyla ulaşmaktadırlar. Ancak bunu ‘aşılması gereken bir engel’ olarak görenler de sınıf geçmeye odaklanarak bu engeli pek zorlanmadan aşmaktadırlar. ‘Ders geçme’ odaklı bu yaklaşım, onlara hazırlık sınıfını geçtiğine dair bir sertifika ve de üniversiteyi başarı ile bitirdiğine dair de bir diploma kazandırıyor. Sonunda bu gençler işverenlerin işe alınacak eleman bulamamaktan yakındıkları bir ortamda diplomalı işsizler kervanına katılıyorlar. Ülkenin önünü açması, entellektüel seviyesini yükseltmesi ve iş dünyasını bilgi tabanlı ekonomiye taşıması beklenen üniversite mezunlarımız had safhadaki ihtiyaca rağmen, bir kısmı hariç lise mezunlarının yapacağı işlere talip olmak durumunda kalmaktadırlar. Bu durum da Türkiye’de eğitimin bir bütün olarak masaya yatırılmasını gerektirmektedir.
Son yıllarda doğru yönde atılan bazı adımlara rağmen dünyada muhtemelen yabancı dil öğrenimine hala bizim kadar fazla zaman ve kaynak ayırarak yabancı dili bizim kadar az öğrenen başka bir ülke yoktur. Eğitimde en büyük derdimiz kaynak darlığı değil kaynak israfıdır. Türkiye her sahada olduğu gibi yabancı dil eğitimi konusunda da rasyonel bir yaklaşım sergilemek durumundadır ve yabancı dil öğretimi ile ilgili zaman ve kaynak israfına bir son vermelidir. 7
Yabancı dili çok daha az bir kaynakla çok daha hızlı olarak ve kalıcı şekilde öğretmek mümkündür – yeter ki bu konuda bir kararlılık, esneklik ve dinamizm gösterilsin ve öğretmenlere insiyatif kullanma konusunda güvenilsin. Yükseköğretimde de mezunların çok iyi seviyede yabancı dil bilmesi sağlanmalı, ama bunu öğrencileri ana dilde eğitimin sağladığı avantajlardan mahrum bırakarak yapmamalıdır. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesinin başarıyla uygulamakta olduğu Türkçe eğitim ile beraber çok iyi derecede yabancı dil eğitiminin sağlandığı “İngilizce Öğrenim – Türkçe Eğitim” yaklaşımı yükseköğretim kurumlarımız için dikkate almaya değer bir model oluşturmaktadır. 8